YENİ NESİL ŞİDDET : DİJİTAL ZORBALIK
“Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsü, hem akıl çağıydı hem aptallık, hem inanç devriydi hem kuşku, aydınlık mevsimiydi, karanlık mevsimiydi, hem umut baharı hem umutsuzluk kışıydı, hem her şeyimiz vardı hem hiçbir şeyimiz yoktu…”
Bu ifadeler, Charles Dickens’in yaklaşık yüz elli yıl yıl önce yazdığı İki Şehrin Hikâyesi adlı romanının giriş cümleleri. Ama dürüst olmak gerekirse yaşadığımız zamanlara daha uygun. Bugün Dickens’in hayal bile edemeyeceği tuhaflıklar, çelişkiler içinde yaşıyoruz. İnsanlık tarihi boyunca küçük değişimlerle yolculuğunu sürdüren alışkanlıklarımız, iletişim yöntemlerimiz, bilim ve ticaret usullerimiz geride bıraktığımız yarım yüzyıl içinde kelimenin tam anlamıyla altüst oldu. Sanayi Çağı’nın sona ermesiyle ufukta cazip bir rüya olarak beliren bilgi toplumu, bilgisayar ve internet teknolojilerinin ışık hızında mesafe katetmesiyle toplumları dijitalleşme tufanının ortasında bıraktı. Yirminci yüzyılın ikinci yarısında, iletişim araçlarının yaygınlaşmasıyla yükselen bu tufanın en önemli özelliği, hızı. Bu hız ve hızın sebep olduğu kültürel değişim sebebiyle sosyal bilimciler, olup bitenleri anlamakta, açıklamakta zorluk çekiyor. Bizim gibi internet teknolojileriyle yirmili yaşlardan sonra tanışanlara “dijital göçmenler” deniliyor. Özetle bununla, sürece adaptasyon konusunda zorluk yaşayanlar kastediliyor. Çocuklarımızı, yani dijital dünyanın içinde doğanları tanımlamak içinse “dijital yerliler” ifadesi kullanılıyor. Durumu açıklamaya gayret eden diğer tanımlamalar ise şunlar: İnternet nesli, oyun nesli, yeni nesil, siber çocuklar, zaplayan insan, çekirge zihin.
Şunu hiçbir zaman aklımızdan çıkarmamak gerekiyor. Dijital dünya, kendi kendine ayakta duran bir yapay zekâ uygarlığı değil. Onu icat eden, büyüten, geliştiren ve besleyen insanın ta kendisi. Son yüzyılda bilim, iletişim, sağlık ve savunma alanlarında yaşanan gelişmelerde dijitalleşmenin yadsınamaz payı var. Sağlığımızı, güvenliğimizi ve konforumuzu büyük oranda bilgisayar temelli teknolojilere borçluyuz. Teşhis ve tedavilerde, ilaç geliştirme süreçlerinde yapay zekâ ve makine öğrenimi teknikleri; verimlilik ve zaman tasarrufu açısından hayati önem kazandı. Hasılıkelam insanoğlu bir yandan dijital uygarlığı kendi sağlığı ve menfaati için büyütüp geliştiriyor, diğer yandan da bu uygarlığın arızi çıktılarıyla baş etmeye çalışıyor. Her şeyden önce en büyük tahribatı insanın gerçeklik duygusunun yaşadığını biliyoruz. Bu noktada hayli isabetli ve ironik bir tanımlama olarak “sanal” kelimesini hatırlayabiliriz. “Gerçekte var olmayan, var olduğu sanılan” anlamına gelen sanal, bütün dijitalleşme sürecini hülasa eden bir anlam derinliğine sahip. Biraz önce zikrettiğimiz “dijital yerliler” kuşağı, gözlerini bu sanal çağın içinde açan, ilişkilerini bu sanallık temelinde kuran, var oluşlarını sanal mecralarda gerçekleştiren talihsiz bir kuşak. Sanallaşmanın yeni bir zihin yapısı, yeni bir anlayış ve yeni bir insan modeli ortaya çıkardığı da bir gerçek. Bu gerçek sebebiyledir ki devletler, sistemler, kurumlar kendilerini bu yeni dijital dünyaya entegre etmeye çalışıyor.
Sanal insanın ödemesi gereken bazı bedeller olduğunu söyleyen Jean Baudrillard şunları söylüyor: “Makinelere ‘sanal’ sözcüğünün yakıştırılması boşuna değil: Onlar düşünceyi, eksiksiz bilginin süresine bağlı olarak sonsuz bir geciktirim ortamında tutuyorlar. Düşünme eylemi burada sonsuza dek erteleniyor. Hatta burada, gelecek kuşaklar için ne düşünce sorunundan söz edilebilir artık ne de özgürlük sorunundan. Böylelikle sanal zekânın insanları, kendi hareketsiz zihinsel uzamlarından geçerken kendilerini computerlarına bağlayacaklar. Sanal insan, beden ve zihin özürlü insan olacak. İşlemsel olabilmesi için bu bedeli ödemesi şart.” (Jean Baudrillard, İmkânsız Takas, Çev. Ayşegül Sönmezay, Ayrıntı Yayınları, İstanbul: 2018, s. 117)
Sistemin Temelinde Zorbalık Var
Dijital mecralarda ortaya çıkan zorbalıklara değinmeden önce sistemin kendisinin nasıl post-zorba kodlar üzerine kurulu olduğunu anlamalıyız.
Dijital çağda insanlar köleleştirilirken boyunlarından ya da ayaklarından zincirler sarkmaz. Zincirler de sanaldır. Onlar, bugünün piramitleri diyebileceğimiz dijital şirketlerde gönüllüce çalışırlar. Eğlence, etkileşim, sosyal hayat ve elbette ticaret bu gönüllülükten beslenir. Çünkü dijital çağda insana sunulan imkânlar görünürde bedavadır. Tim Cook’a atfedilen o meşhur söz bizi uykumuzdan uyandırmaya bilmem yeter mi: “Eğer sizden ücret alınmıyorsa aslında ürün sizsinizdir.” Tabii bu fikrin dijital çağın öncesinde, geçen yüzyılın başında icat edildiğini, pek çok şirket tarafından pazarlama stratejisi olarak kullanıldığını da unutmamak gerekir. Sadece bir misal verelim. Geçtiğimiz yüzyılın başında King Camp Gillette, geleneksel ustura bıçağı yerine kullanılmak üzere güvenli bir tıraş bıçağı icat edip piyasaya sürdüğü 1903 yılında sadece 51 adet satış yapabilmiş; bu hayal kırıklığının ardından şirket yeni bir kampanya başlatarak ürünlerini zararına, çok ucuza hatta bedavaya dağıtıcılara, bankalara ve şirketlere vermişti. Yeni ürün “bedava” elde edilen, dolaşıma giren bir promosyondur artık. Şirkete büyük bir servet kazandıracak ise bu ürünün aksesuarları olacaktır. Ürünün kullan at jiletleri, başlangıçta bedava gözüken bir kampanya sonunda herkesi düzenli, sadık birer müşteriye dönüştürecektir. Luc Ferry, bu örneği verdikten sonra insanları uyarır: “Hizmetlerini kullandığınız için eğer sizden bir ücret talep etmiyorlarsa bunun sebebi, sizin çeşitli internet gezintileriniz sırasında hakkınızda sayısız bilgiler elde etmeleri ve bunları, akla durgunluk veren fiyatlara bu bilgilerden hedef müşterilerini bulmak için değerli dersler çıkaran şirketlere satmalarıdır.” (Luc Ferry, Transhümanist Devrim, Çev. Kağan Kahveci, Türkiye İş Bankası Yayınları: İstanbul, 2013, s. 84, 85)
Nobel ödüllü ekonomist Jean Tirole’ün “iyiyüzlü pazar” diye kavramsallaştırdığı durumdur bu. Arama motorlarını ücretsiz kullanırsınız, gazeteleri kolayca okursunuz, PDF’leri hızlıca indirirsiniz ve bütün bunlar için herhangi bir ödeme yapmazsınız. Ama aynı uygulamalar veya programlar diğer müşterilere ve şirketlere büyük bedeller karşılığında satılır. Siz piyasanın o uygulamalar ve programlarla domine edilmesini, yaygınlaştırılmasını sağlamak amacıyla kullanılan birer araçsınız sadece. Şimdi bu bilgiler ışığında dijital dünyayı yeniden düşünecek olursak dijital dünyanın temellerinde zaten gizli bir köleliğin, örtülü bir şiddetin, görünmez bir zorbalığın yattığını görmüş oluruz.
Zorbalığın Başlangıç Çizgisi: Bağımlılık
Bağımlılık, insanın kişilik haklarından taviz vermesi demektir. Çünkü bağımlılık, iradenin kaybedildiği noktada başlar. Oysa varlık âleminin en şerefli, en değerli üyesi olan insanın hürriyeti, kişiliği, onuru her şeyin üzerindedir. İslam dininin bütün emir ve nehiyleri bu temel paradigmayı ayakta tutmaya, insanoğluna bu şerefi hatırlatmaya matuftur. Bugün günlük hayatın ve iletişimin büyük bir kısmını oluşturan internet; eğlenceli platformlar ve sürekli güncellenen platformlar aracılığıyla bireyin hayatında gittikçe daha fazla yer edinmiş; yol tariflerinden alışverişe, tatil tercihlerinden sağlık hizmetlerine uzanan geniş bir yelpazede sunduğu hizmetlerle gündelik yaşamın olmazsa olmaz parçası hâline gelmiştir. Modern insanın âdeta bir uzvuna dönüşen akıllı telefonların ve tabletlerin kullanım oranı dünyada olduğu gibi Türkiye’de de her geçen gün artmaktadır. Bu artış yapay zekâyı daha güçlendirmekte, yayılmasını hızlandırmaktadır. Fakat uzmanlar, yapay zekâ programlarının yakın gelecekte yepyeni bir insan tipini ortaya çıkaracağının ısrarla altını çiziyor. Kararlarımızda gittikçe daha çok etkili olan yapay zekânın artık gizlisi saklısı yok. Dijital mecralarda yaptığımız aramaların, arkadaş ortamında konuştuklarımızın kısa zaman sonra karşımıza gündemimizde olan şeylerin reklamını çıkarması, sistem yöneticilerinin artık gemi azıya aldığını, ilgi ve bağımlılıklarımızı açıkça satışa çıkardığını gösteriyor. Ürettiğimiz şeylerin esiri olmuş durumdayız.
Bu esaretin, gönüllülüğümüzden beslenmesi onu zorbalık olmaktan çıkarmaz. Şirketler modern insanın hayatını daha konforlu hâle getirmek üzere müşterilerine imkân sunmak karşılığında onların kişilik özelliklerinden davranış kalıplarına kadar pek çok özel hayat bilgisine sahip oluyor. Dijital izlerimiz, alışkanlıklarımız şirketlerin elinde birer ticari metaya dönüştürülüyor. Bir insanın uyuşturulup ardından sömürülmesi anlamına gelen bu süreç, yeni tür bir zorbalık biçimi olarak karşımızda duruyor.
İnsanın İnsana Ettiği…
Bizler hayatımızı dijital mecralara taşıyarak masum bir görsel biyografi oluşturduğumuzu zannederiz. Bunu ne kadar kendi isteğimizle yaptığımızı düşünsek bile işin aslı tam olarak öyle değildir. Bundan çeyrek asır önce birileri yanımıza yaklaşarak yakın bir gelecekte bütün hayatımızı fotoğraflayıp insanlara sunacağımızı söyleseydi muhtemelen ona gülerdik. O gün alabildiğine anlamsız göreceğimiz bu eylem bugün hayatımızın merkezinde yer alıyor. Başkalarını görerek, onlar gibi davranmaya imrenerek, söz gelimi tatilimizi paylaşmanın o tatilin mütemmim cüzü olduğunu düşünerek (elbette düşündürtülerek) bu tufanın bir parçası hâline geliverdik. Mutsuzları düşünmeden mutluluğumuzu, fakirleri düşünmeden zenginliğimizi, söz gelimi çocuğu olmayanları düşünmeden çocuklarımızı, acısı olanları düşünmeden sevinçlerimizi “paylaşmak” tuhaf bir akıl tutulmasıyla herkesin razı geldiği, mutabık olduğu bir iklimin doğmasına, büyümesine sebep oldu. Böylece, alışveriş merkezlerinde uygulanan ve literatüre “Yönlendirilmiş Kaybolma Etkisi” adıyla giren teorinin bir benzeri dijital mecralarda kendini gösterdi. Bu teori, müşterinin alışveriş merkezine girdiği andan itibaren kaç saniyede gerçek amacını unutarak avare biçimde gezmeye başladığını hesaplıyor. Herhangi bir işimizi görmek üzere açtığımız dijital ekran karşısında kısa sürede amacını unutan; ilgileri, hayranlıkları, tercihleri yönlendirilen; hareketleri kayıt altına alınan, dataya dönüştürülüp pazarlanan modern zaman kurbanları olarak özgürleşmeye nereden başlamalıyız? Yaşananların farkına varmak, başımıza gelenleri görebilmek, dijital bataklıktan kurtulmak isteyenler için hayati bir öneme sahip. Dijital zorbalığın bir parçası olmamanın yolu ise her şeyden önce bu yeni şiddet türünü ve onu besleyen kirli çarkı anlamaktan geçiyor.
Ömür Ekranımız Kapanmadan…
İnsan aklıyla alay eden bu çarka karşı İslam’ın insan fıtratına yaptığı güçlü atıf ve bu atıfla şekillenen bilinç önemli bir kalkan oluşturur. Yüce dinimiz İslam, insanı eşref-i mahluk olarak görür ve onu kâinatın merkezine oturtur; onun yaratılış amacının dışında herhangi bir dünyevi sistem için köleleştirilmesine katiyen rıza göstermez. Ortaya koyduğu inanç ve ahlak nizamı, öngördüğü aile ve toplum yapısı, bildirdiği emir ve yasaklar bütünüyle bu amaca hizmet eder. İnsanı korumayan hiçbir sistemin hayırlı sonuçlar doğurması beklenmez. İslam, insanın canına, aklına, malına kasteden, onu köleleştiren bütün yaklaşımların karşısındadır. Hatırlayacak olursak Allah Resulü’nün çevresindeki sahabi içinde çok sayıda köle vardı. Onlar İslam’ın özgürlük vadeden ilkelerine hayran kalmışlar, akın akın Peygamber Efendimiz’in getirdiği vahye tutunmuşlardı. Bugün dijital zorbalığın altında yatan sebeplerin başında dijital bağımlılık gelmektedir. İnsan aklını örten, dumura uğratan, muhakeme yeteneğinden mahrum bırakan bağımlılıkların hepsine karşı çıkan İslam, insana ebedî yurdunu hatırlatarak dünya hayatında daima sorumluluk bilinciyle davranmasını vazeder. Hz. Peygamber, “İki nimet vardır ki insanların pek çoğu bunların kıymetini bilmeyerek aldanmaktadır: Sağlık ve boş vakit.” (Buhari, Rikak, 1) buyurarak Müslümanları bu konuda ikaz eder. Dijital zorbalıklar başta çevresel etkenler, zedelenmiş aile bağları, depresyon gibi nedenlerden neşet etmekte; anlam kaybı yaşayan bireyleri bataklığa çekmektedir.
Müslüman hem nefsini bu tür tuzaklardan korumalı hem sosyal mecralarda muhatap olduğu insanlarla empati kurmayı bilmelidir. Mecra her ne kadar sanal da olsa orada yer alan kişilerin tıpkı kendisi gibi somut, gerçek, duygulara sahip insanlardan oluştuğunu unutmamalıdır. Dijital ortamlarda ihlal edilen kul hakları da tıpkı sosyal hayattaki ihlaller gibidir. Elbette meşru ölçülerde eğlenmek, vakit geçirmek her insanın hakkıdır. Bu alanlarda bizi hatadan koruyacak en önemli farkındalık, dünya hayatının da tıpkı o mecralar gibi sanal olduğu gerçeğidir. Kur’an-ı Kerim’de dünya hayatının imtihan oluşuna vurgu yapılır ve bu imtihandan başarıyla çıkmanın yolunun nefsin isteklerine karşı koyabilmek, onları meşru sınırlar çerçevesinde gidermekten geçtiğinin altı çizilir. Nefsine esir olanların, imtihanda başarılı olması güçtür. Dünya ve içindeki nimetler gelip geçici, ahiretse sonsuzdur. Fâni olanın peşinde koşanları hüsran beklemektedir. Geçici dünya hayatını merkeze alarak bize ebedî hayatı unutturan, ihmal ettiren, bütün bağımlılık ve alışkanlıkları şeytan tarafından yolumuza döşenen tuzaklar olarak görmemiz gerekir. Gerçekten dünya hayatı sanal âleme benzer. O alanlarda vakit geçirirken hiç unutmamamız gerekir ki bir gün ömür ekranımız sonsuza değin kapanacak ve yapıp ettiklerimizden hesaba çekileceğiz.
Kaan H. SÜLEYMANOĞLU