Yolun İşaret Taşları

Yolun İşaret Taşları

Eskimeyen sözlerimizden bir tanesi de; “Bana dostunu söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim”cümlesidir. Gerçekten insanın edindiği dostlar, onun gerçek kimliğini bize öğreten en önemli ip uçlarıdır. Bu atasözünün bir kelimesini değiştirsek ve şöyle desek; “Bana idealini söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim” acaba yanlış bir ifadede mi bulunmuş oluruz? Hiç zan etmem; çünkü insanın ideali, ömür sermayesini tüketmeye çalıştığı dava, onun şahsiyetinin anlaşılmasının en önemli vesilesidir. İdeali, dünya ve dünya içerisindeki geçici meta olanlarla, ideali ahiret ve oradaki bazı güzellikleri elde etmek olan biri, elbette aynı seviyede değildir. İdeali süflî/alçak olan ideali gibi küçülürken, ideali ulvî/değerli olan ise elbette ki ideali gibi büyümektedir.

Bu tespit bana Efendimiz’in (s.a.v.) kutlu bir sözünü hatırlatıyor. Bir çok mevsuk hadis kitabında geçtiği üzere Allah Resulü (s.a.v.) buyuruyor ki: “Sadaka bir çok belayı def eder ve ömrü uzatır.”  Hadiste geçen sadaka ile ömrün uzaması İslam kelamcıları arasında hep tartışma konusu olmuştur. Bu tartışmanın temel konusu ise; “ecel eğer birse, nasıl sadaka ömrü uzatabilir?” meselesidir. Bu konuda büyük İslam âlimi Taftazani şöyle der: “Hadiste geçen ömrün uzamasından maksat, ömrün bereketlenmesidir.” Bu tespit çok yerindedir ve Allah bilir ama herhalde Efendimiz’de (s.a.v.) bu hadisi ile böyle bir mesaj vermek istemiştir. Öyle ya; kişinin bu dünya hayatında 100 yıl boş ve anlamsız yaşaması, kısa bir ömür yaşaması anlamına gelmiyor mu? Yada az ama öz yaşayıp, kısacık bir ömre kıyamete kadar dünya hayatında unutulmayacak izler bırakması ve o en büyük mahkemede de defterler açıldığı zaman yine yüzünü ak edecek amellerinin ortaya çıkması ile cenneti ödül olarak alması, onun ömrünün uzadığının işareti değil mi? Demek ki; ömrün uzaması ya da kısalması, zaman ile alakalı bir durum değil; amel ve o ameli ortaya çıkaran ideal ile alakalı bir durumdur.

Değindiğimiz bu konuya bir şahsiyeti örnek olarak vermek gerekirse; yoldaki işaretler isimli muhalled eseri yazarak, bizlerin yürüdüğü yollara işaret taşları koyan büyük İslam alimi Seyyid Kutub’u verebiliriz. Bir insan düşünün ki, sadece 61 yıl yaşasın, ama bu 61 yıla binlerce güzelliği sıkıştırsın ve kendinden sonra gelenlere yüce bir miras bırakıp gitsin. Söyler misiniz, böyle bir ömrün sahibi sizce sadece 61 yıl mı yaşamıştır? Hayır! Seyyid Kutub 1906 yılında doğmuş, 29 Ağustos 1966 yılında da idam edilmiştir. Yani idam edildiği zaman Seyyid Kutub 61 yaşındadır. Şimdi bana Seyyid Kutub’un kaç yaşında olduğunu sorsanız ben “101 yaşındadır” derim. Çünkü o ölmedi, Allah yolunda öldürüldü; o yolda öldürülenlere ölü denmemesini bizden isteyen bizzat Kur’an’ın kendisidir. Peki, neden Kur’an onlara ölü demez? Çünkü onlar büyük ideallerin sahipleriydiler. Sevdaları ulvî, hedefleri yüce, hayatları bereketli, rüyaları anlamlıydı. Böyle olduğu için de onlar bereketli bir hayat yaşadılar; yani ömürleri uzadı. Öyle ki, dünya var oldukça yaşayacak kadar bir ömrün sahibi oldular. Onların hayatlarında bir anlam vardı. Anlam olduğu için idealleri için çırpınıp durmuş ve kısa bir ömre çok şeyler sığdırarak onlarda isimlerini ölümsüzler listesine kaydettirmişlerdi.

Büyük âlimiz Seyyid Kutub’un herkesçe malum olan önemli bir ideali vardı. Aslında o ideal sadece ona ait de değildi. Çünkü risaletin davasını doğru anlayan ve bu davanın mesajlarını âleme yaymak için çırpınan her insanın taşıması gereken bir ideali, o da yüreğinde taşıyordu. O ideal; öncü Kur’an neslinin inşasıydı. İşte O, Kur’an’ı her türlü önyargıdan uzak olarak sahabî duruluğunda anlamak ve hayata taşımak amacında olan bir neslin inşası için çırpınıp duran bir âlimdi. O tüm eserlerini Kur’an’ın gölgesi altında kaleme almış ve nebevî bir hareket metodu ile yolun yegâne rehberi olan Efendimiz’i (s.a.v.) takip etmeye çalışmıştır. O (s.a.v.) nasıl başlayıp, nasıl ilerlediyse, aynı çizgiyi devam ettirmeliyiz ilkesi ile işin başında topluma öncülük edecek bir Kur’an neslinin oluşturulması gerektiği gerçeği ile bu ideal uğruna elinden geleni yapmıştı. Efendimiz’in (s.a.v.) Mekke’de nübüvvetin ilk yıllarında Daru’l-Erkam’da yapmak istediği de bu değil miydi? Kur’an’ı hayatlarında dirilten ve topluma; “Bakın! Vahyin inşa ettiği insanlar böyle olur” sözünü dilleri ile değil, hayatları ile gösteren bir Kur’an nesli oluşturmak; Allah Resulü’nün (s.a.v.) yürüdüğü yolda yürümek anlamına geliyordu. Bu yol zorlu bir yoldu, bu yolda dikenler, işkenceler, baskılar, zindanlar ve ölümler vardı. Ama o yola revan olan zaten idam fermanını cebine ilk günden koymalıydı. Büyük idealler, büyük fedakârlıklar isterdi. Dava ne kadar büyükse, feda edilecek şeylerde o kadar büyük olmalıydı. Seyyid Kutub yürüdüğü yolun nasıl bir yol olduğunun çok iyi bilincindeydi. Zindanlar onun mekânı olmuş, o ise çağının Yusuf’u olarak, Zelihalara değil, idealine gönlünü kaptıran biriydi. Çorak ve zor zamanların bir ismi olarak, sadece Mısır ve bu toprakların Müslümanlarına değil, tüm dünya Müslümanlarına Fi Zilali’l-Kur’an isimli koca bir Kur’an tefsiri hediye edecekti. Bu eser çok kıymetliydi ve altı kanla imzalanmalıydı;  imzayı da atan yine kendisi olacaktı.

İdam kararı açıklanınca kız kardeşleri ağabeylerine ricada bulunacaklar; “Ne olur, özür dile! Nasır’dan af iste, belki seni af eder” diyeceklerdi. Seyyid Kutub orada da büyüklere yakışır bir eda ile şöyle haykıracaktı: “Eğer idamı hak etmiş olarak hakkın emri ile ipe çekiliyorsam, buna itiraz etmek haksızlıktır. Eğer batılın zulmüne kurban gidiyorsam, batıldan merhamet dileyecek kadar alçalamam!”

Öyleyse gelin; 80’li, 90’lı yılların heyecan zeminli zamanlarında okuduğumuz ama tam anlamı ile istifade edemediğimiz Yoldaki İşaretleri bir kez daha okuyup, o hakikatleri yolumuzun işaret taşları olarak edinip, bu yüce mirasın sahibinde dualar gönderelim.

Muhammed Emin YILDIRIM

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir