Bir Din Kurgulamak – Sasanilerden Safevilere Kadar Şia’nın Tarihi – Bölüm 1
Selamünaleyküm kıymetli kardeşlerim. Bu video serisinde kitabımızı bölüm bölüm incelemeye çalışacağız. Elbette her konuya değinemeyeceğiz. Değinemediğimiz pek çok konuyu kitapta bulabileceksiniz. İnşallah Şiiliğin muhtasar bir tarihini, temel inanışlarını ve Sasani’lerden Safevi’lere kadar Şiiliğin teşekkül sürecini, dönüşümünü ele alacağız. Aynı zamanda Ehl-i Sünnet vel Cemaatin yani Ehl-i Sünnet inanışının Şii düşüncelere ve iddialara karşı cevaplarını inceleyeceğiz inşallah. Bu Sasani’lerden Safevi’lere Şiilik bir din inşası ismi verdiğimiz kitabımızın bir özeti niteliğinde olacak.Kitabımızın bir özeti niteliğinde olacak. Aynı zamanda bölüm bölüm çeşitli kategorilere ayıracağız konuları ve bu kategorilerle alakalı her biri ayrı müstakil bir başlıkta olmak üzere meseleyi enine boyuna ayrıntılarıyla belgeleriyle işleyeceğiz.
Bu süreçte şu şekilde çeşitli belgelerimiz olacak. Bu belgeler Şiilere ait yani muteber Şii alimlere ait. Mesela Usulü Kâfi gibi Kütüb-i Erbağa’dan diğer kitaplar. Şeyh Bahrani, Nimetullah Cezayiri, Ayetullah Meclisi gibi Şia’nın muteber alimlerinden alıntılar yapacağız. Onların meseleye ilişkin kanaatlerini ifade edeceğiz ve kendi kitaplarından Şiilik inanışının mahiyetini ele almaya çalışacağız inşallah. Buradan işin bidayetinde dinleyicileri, kıymetli dinleyicileri meseleye tamamen ilmi bir nazar ile baktığımız hususunda bilgilendirmek istiyorum. Buna ek olarak biz Şia’nın çeşitli kolları var. Biz bu Şia’nın kolları arasından İsne Aşeriye yani 12 imamcılık, diğer ismiyle İmamiye, Türkiye’de bilindiği biçimiyle Caferilik meselesini inceleyeceğiz.
Yani bu üçü İsne Aşeriye, İmamiye, Caferiye bu Şia’nın ana koludur. Bu ana kolun dışında Şiiliğin pek çok kolları bulunuyor. Örnek veriyorum Zeydilik. Hayatını sürdürüyor. İsmaililik Hindistan’da, Suriye’de ve bazı yerlerde çok azınlık olarak devam ediyor. Buna ek olarak Nusayrilik, Alevilik, Hazara düşüncesi, Dürzilik, Bahailik gibi Şia’dan neşet etmiş ayrı çeşitli kollar da bulunuyor. Fakat bizim burada ele alacağımız ve kendisine mercek tutacağımız, kendisine temerküz edeceğimiz mesele İsne Aşeriye, İmamiye Şiasıdır. Yani günümüzdeki İran İslam Cumhuriyeti ve Irak, Suriye, Lübnan gibi yerlerde bulunan Şiilerin, kahir ekseriyetinin inanışını inceleyeceğiz inşallah. Tabi burada bir hususa da değinmek gerekir bidayeten. Çalışmamızda, kitabımızda da bu usulü takip ettik. Bu çalışmamızda biz Şia’yı temel eserleri üzerinden el alıp inceleyeceğiz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’den sonra imam olmayı, Hz. Ali’ye daha çok yakıştırmak manasındaki Şiilik ile bir mezhep olarak Şiiliği birbirinden ayırıyoruz.
Çünkü Resulullah sallallahu aleyhi ve sellemin vefatının akabinde, en azından Hz. Ebu Bekir döneminde, sonrasında Hz. Osman döneminde biraz daha netleşmek kaydıyla, Hz. Ali’nin yarenleri ve hilafeti ona daha çok yakıştıran, onu daha fazla seven, onun gönüldaşları vardı. Bunlara Şiat-ı Ali deniliyordu. Hilafeti Ebu Bekir’e daha yakıştıranlardır. Radiyallahu anh, Şiat-ı Ebu Bekir ve Hz. Osman’a daha yakıştıranlara ise Şiat-ı Osman deniliyordu. Dolayısıyla şu hakikati ifade etmemiz lazım. Bunu bu seri içerisinde çokça ifade edeceğiz ve kaynaklarıyla, belgeleriyle göstereceğiz. Şia dediğimiz vakit son derece dinamik, seyyal, akışkan bir olgudan, bir mezhepten bahsediyoruz. Bu mezhep tarihin çeşitli dönemlerinde tashih ve taadil edilmiş. Dönüştürülmüş, dönüşümlere uğramış, en son Hümeyni döneminde Velayet-i Fakih inanışının da kurumsallaşmasıyla birlikte yeni bir evreye geçmiştir. Dolayısıyla Şia ile Ehl-i Sünnet arasında insanların çoğu zaman ayrımına varamadığı bir fark var.
Bu fark nedir? Bu fark Şia’nın seyyal oluşu, akışkan oluşu ve tarih içerisinde din inşası ile dönüşmüş oluşudur. Tabi niçin Şia böyle bir din inşasına mağdur olur? Dönüşüme maruz kalıyor, dönüşüme maruz kalıyor ama Ehl-i Sünnet kalmıyor. Bu soru da haklı olarak soruluyor. Çünkü Ehl-i Sünnet inanışına göre Peygamber Kur’an-ı Kerim’i insanlara tebliğ etmiş ve sahih sünnetini insanlara anlatmış. Kur’an ve Sünnet tamamıyla kayıt altına alınmış, zaptu rapt altına alınmış ve mühürlenmiştir. Dolayısıyla şeriat yapıcı olarak Peygamber son kişidir, son nebidir. Ve artık ondan sonra bir elçi gelmeyeceği için, son nebiydir. Dinin temel esasları netleştirilmiş, dinin içtihada açık konuları ise muhayyer bırakılmış. Tarih içerisinde ulemanın o konuda bir hareket kabiliyeti, bir alanı olmuştur. O açılan alanda Müslümanlar çeşitli içtihatlar gerçekleştirmişlerdir.
Fakat Şia söz konusu olduğunda, Şia’da biz böyle bir mührün kapatıldığı ve meselenin tamama erdirildiği bir sürece şahit olamıyoruz. Zira Şiili’ye göre imamet inanışı buna engel oluyor. İmamet inanışı Şiilikte nübüvvete yakın, hatta bazı bazı yerlerde ki bunun örneklerini Ayetullah Hümeyni’den ve başka başka Şii alimlerin kitaplarından, eserlerinden, usuf-ül-kâfi’den sayfa numaralarıyla göstereceğiz. İmamet meselesi Şiilikte nübüvvete yakın ve melekliğe yakın bir konumdur. Ve imamların sözlerine hadis ismi verilir. Ve 12 imam olarak kabul ettikleri 12 kişi, ki sonuncusu onların inanışına göre Mehdi Muntazar’dır. Bu 12 kişinin her biri şeriat hüküm kılma, şeriat yapma yani şiari olma hakkına sahiptir. Onların sözleri hadis olarak alınır. Ve onlar kendilerinden bir önceki imamın sözünü nesh edebilirler, değiştirebilirler. Yeni bir hüküm ortaya koyabilirler. Bu mesele başlı başına Şia’da dinin zaman içerisinde dönüşüme, inancın zaman içerisinde dönüşüme, uğrayışını da beraberinde getirmiştir.
Ve bu son derece önemli bir husustur. Şia hadis külliyatına baktığımızdaki Ehl-i Sünnet’te Kütüb-ü Sitte vardır. Buna ek olarak yani Kütüb-ü Sitte’yi biraz genişletilmiş haliyle Kütüb-ü Tisada denilir. Fakat Ehl-i Sünnet inanışına göre Sahihain dediğimiz yani Buhari ve Müslim en sahih iki kaynak olarak kabul edilir. Diğer eserler ise içlerinde birtakım zayıf rivayetler olduğu kabul edilmekle ilgili. Onlar sahihain gibi kabul edilmezler. Ve her halükarda Kur’an esas kabul edilir. Şia’da ise Kütüb-ü Erbaa vardır. Kütüb-ü Erbaa Kütüb-ü Sitte’nin muadili şeklinde kabul edebiliriz Kütüb-ü Erbaa’yı. Kütüb-ü Erbaa’da da dört kitap yani Kütüb-ü Sitte altı kitap, Kütüb-ü Erbaa dört kitap şeklinde anlıyoruz. Bunun en birinci kaynağı ise Usul-ü Kafi’dir. Usul-ü Kafi yedi ciltler oluşmakta. Usul-ü Kafi, Furo-u Kafi, Ravdat-u Kafi diye.
Çeşitli alanlarda ama en önemli Usul-ü Kafi’nin iki cildidir. Bu iki cilt özellikle Şia’nın akidesini en belirleyici eser Şia’nın Buhari’si olarak kabul edilir. Bu kitaptan da çokça istifade edeceğiz. Diğer bir husus da Kitab-ı Hilal bin Kays ya da Kitab-ul Kays olarak bilinen kitaptır. Kays el-Hilali Hz. Ali’nin yarenlerinden olarak kabul edilir. Tarihi gerçeklikler bunu böyle kabul etmese de Şiiler böyle inanırlar. Ve Şia’nın en eski eserlerinden biri olarak kabul ederler. Bu eserden de alıntılar yapacağız. Yine aynı biçimde Nehç-ül Belagah ismini verdiğimiz Hz. Ali radiyallahu anh. Onun hutbelerinin ve hitaplarının, mektuplarının ve sözlerinin toplandığı, bunları toplanan külliyattan da bahisler yer alacak. Nehç-ül Belagah Şia’ya göre en temel kaynaklardan yine biridir. Biz bu kaynaklarla da Şii düşüncenin iç tutarlılığını görüyoruz.
Ben buradan özellikle Şia’ya meyleden kardeşlerime samimi bir çağrı ile bu video serisini hiçbir önyargı olmadan salih ve sadık, dürüst bir nasihatçiden dinlercesine dinlemelerini rica ediyorum. Ve bu çalışmada temelde ben Ehl-i Beyt’i savunduğumu ifade etmek istiyorum. Ben kendimi Ehl-i Beyt’in yareni, Hüseyin’i bir Müslüman olarak tanımlıyorum. Ve Şii düşüncenin bazı inhiraflarının, Hz. Ali başta olmak üzere en başta Ehl-i Sünnet’e bir haksızlık olduğu tezini kabul ediyorum. Herhangi bir camiye girdiğinizde, İstanbul’da ya da İslam dünyasında herhangi bir yerinde, orada Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali ve yanına Hz. Hasan ve Hüseyin’i görürsünüz. Ehl-i Sünnet’in Ehl-i Beyt’e sevgisi budur. Ehl-i Sünnet’in Ehl-i Beyt’e sevgisini Osmanlı döneminde seyyidlere verilen imkanlar, onlara tanınan ayrıcalıklarda görebilirsiniz.
İslam dünyasının baştan başa dolaşsanız Yezid ismine belki de rastlamazsınız. Yezid bin Muaviye, Hz. Hüseyin’le muamelesi neticesinde Ehl-i Sünnet nazarında Adem’e mahkum edilmiş ve tard edilmiştir. Ama bununla birlikte Ehl-i Sünnet herhangi bir kimseye ve geçmiş kimselere sövmeyi bir ahlak olarak kabul etmemiştir. Meseleleri bağımsız bir şekilde o dönemin şartlarına göre değerlendirmeyi esas almıştır. Şimdi dedik ki, Şiili Ali’yi sevmek, salt Ali sevgisi, Ali’ye Ali muhibbanı olmak şeklinde anlaşılan Şiilik ile günümüzdeki Şiilik arasında bir ayrım yapıyoruz. Bu ayrım son derece önemlidir. Tabi Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’den sonra İslam ümmetinin liderliğinin kime geçmesi gerektiği ile alakalı bir tartışmalar yaşandı. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellemin vefatından sonra. Ve bu tartışmalar, zaman içerisinde tabi Şiiliğin teşekkülüne neden oldu. Ancak Şiiliğin bir mezhep olarak kodifiye edilmesi ve Şiiliğin müstakil, bütün yönleriyle alternatif bir mezhep olarak zuhur edip ortaya çıkması, Hicri 3.asırla gerçekleşti. Dolayısıyla bunun da yani şöyle bir algı da var. Şiiliğin Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem döneminde başladığı, dolayısıyla Hz. Ali’nin kendisinin Alevi ya da Şii olduğu, Hz. Hüseyin’in Şii olduğu, şeklinde bir algı var. Böyle bir algı, gerçeği yansıtmamaktadır. Hz. Hüseyin de bizler gibi namaz kılıyordu, namazı cem etmiyordu. Hz. Hasan da, Hz. Ali de namazı cem etmeden bizim gibi kılıyorlardı. Onlar da orucu bizim gibi tutuyorlardı. Onlar da ilk halifelere biat ettiler. Onlar da ilk halifeleri sevdiler. Dolayısıyla bu konuda biz Şiilik için gerçekçi bir tarih belirlenecekse, bu tarihin Hicri 3. asırdan itibaren olması gerektiğini, burada da zaten ifadettik. İfade edeceğiz. Bu tartışmalara baktığımızda, peygamberden sonra kimin halife olması gerektiği ile ilgili tartışmalara, yani burada nübüvvetten önce Araplar ile Farslar arasında yaşanan rekabetin de ciddi manada Şiiliğin nasıllığı konusunda, Şiiliğin teşekkülü konusunda etkili olduğunu ve bu otorite türlerinin, bu ilişki biçimlerinin de etkili olduğunu ifade ediyoruz.
Dolayısıyla bu rekabete de biz burada değineceğiz. Sözlükte Şiilik, taraf olmak, taraftar olmak manasıdır. Zaten Firavun Kur’an-ı Kerim’de, Ayet-i Kerime’de şöyle buyuruyor. Şüphesiz ki Firavun kavmini Şialara böldü. Yani çeşitli sınıflara böldü. Bu sınıf olmak, Şia olmak, yani hem sınıf, katman, tabaka manasında sınıf, hem de taraftar manasında, Şiatu Ali, Ali taraftarlığı manasında, zaman zaman biz bunu işte partizanlık, holiganlık olarak da Türkçe’ye daha güzel tercüme edebiliriz. Şiilik özellikle içinde bin yılcı öğeler, Armageddoncu öğeler ve inanışları taşıyor. Bu inanışlar Şiilerin siyasi manada en zor dönemler yaşadıkları vakitlerde bile, en zorlu dönemlerinde, baskı altına alındıkları dönemlerde bile günümüze kadar mevcudiyetini, varlığını sürdürmesinde ciddi manada etkili olmuştur. Bu hususu da zaten bu seri boyunca sıklıkla göreceğiz. Şiiliği mezheplerden bir mezhep olarak görmek yanıltıcıdır. Yani şöyle bir eşitlik ve dikotomi kuruluyor. Yani İslam vardır zirvede bu zirvenin altında sünnilik vardır. Ondan sonra bir de şiilik vardır. Şimdi sünnilik, şiilik dediğiniz vakit İslam bir şeydir. Onun dışında sünnilik onun altında bir alt mezhep ve şiilik de eşit bir alt mezheptir şeklinde bir algı oluşuyor. Bu doğru değildir. Çünkü Ehl-i Sünnet vel Cemaat sahabenin tümünün temsil ettiği, tabiinin tümünün temsil ettiği, tebe-i tabiinin tümünün temsil ettiği, Kur’an-ı Kerim’i cem eden kimselerin yani bir araya getiren kimselerin temsil ettiği İslam’ın ana caddesidir. Günümüzde İslam dünyasının yüzde doksanından biraz daha fazlası Ehl-i Sünnet vel Cemaat yolundadır. Yüzde doksan, yüzde doksan ikilik bir çoğunluk ile yüzde yedilik, sekizlik bir azınlığı bir dikotomi ile eşitlemek doğru olmayacağı gibi sadece burada mesele azınlık ve çoğunluk olmak değildir. Aynı zamanda kimin tezlerinin, temel akidesinin inanışının, Rasulullah sallallahu aleyhi ve selleme, ondan sonraki yarenlerine uygun olup olmadığı meselesidir.
Dolayısıyla hayatın doğal akışına baktığımızda, bu hayatın doğal akışı içerisinde İslam’ın nübüvvetin gelmesi, Peygamber’e yardım eden, onun hayatının kahramanları yani Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellemin yarenleri, yoldaşları, onunla birlikte cenk eden, onunla birlikte bedel ödeyen, hicret eden, kendi akrabalarına karşı bile zaman zaman savaşan, malını, mülkünü terk eden, yardan, candan, serden vazgeçen sahabelere baktığımızda bu sahabe efendilerimizin yolu nedir? İşte ehl-i sünnet vel cemaat yoludur. Zaten ehl-i sünnet vel cemaat konsensüs demektir mana itibariyle. Yani İslam ümmetinin, yani cemaatin, yani çoğunluğun, yani topluluğun üzerinde ittifak ettiği yol demektir. Ama sürüden kaçanı kurt kapar misali doğru yolun inhiraf yolları, münherif yolları vardır. Dar ve çıkmaz sokakları vardır. O çıkmaz sokaklara gidip oralarda kaybolan bir takım fırkalar, tayfeler de elbette ola gelmiştir. İşte dolayısıyla biz Şiilik bir mezhep, Sünnilik bir mezhep şeklinde bir dikotomide doğru bulmadığımızı ifade etmek istiyoruz.
Bu manada cemaat, yani kitlesel çoğunluk, yani temsil ve nakli ile kesintisiz olarak varlığını sürdüren yol ehl-i sünnet vel cemaattir. İslam’ın ta kendisidir. Mezheplerden bir mezhep değildir. Mezhep bir yere gidilen yol demektir. Yani bir destinasiyona, bir hedefe, bir menzile varan yollara mezhep denilir. Yani zehebeden geliyor bir yere gitmek. Bu manada bir şehre ya da bir hedefe birkaç ayrı yoldan gidebilirsiniz. Bazısı uzun olur, bazısı kısa olur, bazısı konforlu olur, bazısı konforsuz olur. Bunlar mezheptirler ve bunlar hepsi eninde sonunda sizi o ana hedefe götürür, o limana götürür, o menzile ulaştırır. Fırka öyle değildir. Fırka tefrikadan gelmektedir. Ve fırka İslam’ın tarihi içerisinde İslam medeniyetinin tümünden zihinsel olarak ve duygusal olarak kopup giden kimselere ve bununla birlikte kopup gitmeyip yani ceketini alıp kapıyı çarpıp gitmeyip dönüp mücadele eden, zaman zaman haçlılar ile zaman zaman Moğollar ile işbirliği yapan bir takım gruplar var, bir takım yapılar var.
İşte bunlar tefrikadan mülhem fırkadırlar. Bu nedenle Şiili’ye biz eğer bir isim vereceksek, bu ismin bir mezhep olmaması gerekir. Bunun isminin milel alimlerinin de ifade ettiği gibi El farq beynel firak, fırkalar arasındaki fark şeklinde ele alırsak, bunun bir fırka olduğunu ifade etmemiz gerekir ve tefrikaya neden olduğunu da günümüzde görüyoruz. Kıymetli kardeşlerim, sıradan bir Şiinin tahayyülünde Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin eşleri ve onun dostları, onun en yakın arkadaşları vefatının hemen akabinde, onun en önemli emrine ve vasiyetine ihanet etmiş, müşterek bir komplo ile Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem kendisinden sonra Hz. Ali’yi halife seçmişken, imam seçmişken, bu vasiyete ve bu Allah’ın emrine muhalefet etmiş ve bir kumpas ile, bir müşterek komplo ile Peygamberin emrine ihanet ederek Ali’nin hakkını gasp etmiş sayılırlar. Bu Şiili’nin en temel inanışıdır.
Zira imamet inanışı fıkhi konulardan bir konu değildir. Dolayısıyla fıkhi konulardan bir konu olsa yani bir fıkhi ihtilaf olsa çözülebilir belki. Ama akidevi bir fırkadan, akidevi bir ayrışmadan bahsediyoruz. Dolayısıyla bu inanış akide olarak, temel akide olarak, Peygamberin Hz. Ali’yi Allah’ın emri ile kendisinden sonra halife seçtiğini ve halifenin de bizim anladığımız biçimde hata edebilir, günah işleyebilir bir kişi değil, tamamen masum, Allah tarafından nasla tayin edilen, tanrısal yetkileri, ilmi olan, geçmişi, geleceği gören, ne zaman öleceğini, yerin derinliklerindeki gizlilikleri, hazineleri bilen, ledünni ilimlere, Kur’an’ın ve diğer ilimlerin zahirine ve batınına, buzdağının geri kalan kısmına vakıf olan, kuşların dilini bilen, şimşeklere, rüzgarlara hükmedebilen bir imamet anlayışı vardır. Bu imamet anlayışının bu şekilde olduğunu, mesela Usulü Kâfi kitabımızda şöyle ifade edebiliriz. Mesela şu anda elimizde Şia’nın en muteber kaynaklarından yani Şia’nın buharisi olarak kabul edilen Usulü Kâfi var.
Bu Usulü Kâfi, Şeyh Kuleyniye, Yakub bin İshak el-Kuleyniye ait Şia’nın en önemli hadis kaynağıdır. Şimdi burada bu hadis kaynağının mesela sadece içindekiler kısmında bulunan içindekileri teker teker okuma anlatma imkanı yok. Ama atıflarda bulunacağım zaten. Bazı bölümleri okuyalım. Mesela imamlar ilim madeni ve peygamberlik ağacı ve meleklerin uğrak yerleridir. İmamlar ilmin varisleridir. Şöyle bakalım devam edelim. İmamlar peygamberimiz ve bütün peygamberlerin ve kendilerinden önceki vasilerin ilimlerini miras olarak devralmışlardır. Kur’an’ın tümünü vahyedildiği şekilde ancak imamlar toplamışlardır ve onlar Kur’an ile ilgili her şeyi bilirler. Yine imamlar bir şeyi bilmek istedikleri zaman onlara bildirilir babı. İmamlar ne zaman öleceklerini bilirler babı. Ve ancak kendi istekleriyle ölürler babı. İmamlar olanları olacakları bilirler babı. Din işlerini Resulullah ve imamlara bırakmak babı. Ve buna benzer birçok bab yani birçok bölüm çeptir. Bulabilirsiniz burada.
Şimdi kıymetli kardeşlerim bu tahayyül, bu inanış imamları belirli bir tanrısal niteliktir. Bu derece lahuti, tanrısal niteliklere sahip bir imama muhalefet etmek ise Allah’a ve Resulüne ve hatta peygamberlerin tümüne muhalefet etmek, onlara savaş açmak, ebedi ateşe girmek, İslam dairesinden çıkmak, ebedi cehennemlik olmak ve mürted olmak manasına geliyor. Bu ifade ettiğim sözlerin tümü Şiilerin hadisleriydi bu arada. Yani imamlara Hz. Ali’nin velayetini inkar etti. İnkar eden, onunla cedele giden kimselerin ebedi ateşte olacağı, onların lanetlenmiş olacakları, onların bütün peygamberleri reddedecekleri babı. Bu bağlamda Şiilerin bu şekilde bir inanışı var. Bu inanışa sahip olduklarıyla alakalı da pek çok şu şekilde kendi kaynaklarından kanıtlar sunacağız. Bu kanıtları sunarken yok işte İngiliz Şiasıymış, yok falanca Şiilermiş, zaten aşırı bir ayetullahmış. Onun için delil sunuyorsunuz ki şeklinde İstirazlarla karşılaşmamak için direkt eserler üzerinden gitmeye karar verdik.
Ali’nin imametinin Allah tarafından belirlendiği inancı, diğer tüm yaklaşımları ilahi rızaya muhalefet olarak kodlamak, onun hakkının gasp edildiği inancı ise gayrısını gâsip olarak görmek zorundadır. Bu da geçmişte ne olduğu ve aslında ne olması gerektiğiyle ilgili yeni bir kurguyu gerekli kılmaktadır. Böylesine bir kurgunun kusursuz olamayacağı, tarihin geriye doğru yeniden yazılmasının imkansızlığı, Şiiliğin zamanla söylem değişikliğine ve hatta inanç inşasına uğramasını beraberinde getirmiştir. Tarihi anlamak günümüzü anlamanın, günümüzü anlamak ise istikbale muzaf adımlara ilham kaynağı olacak kavrayışın esasını teşkil etmektedir. Mezheplerin zaman içinde teşekkül etmesine neden olan görüş ayrılıkları dini metinler veya rivayetlerden ziyade siyasi bir muhtevaya sahiptir ve tahminlerin ötesinde tarihi ve sosyolojik bir bagajı barındırır. Dolayısıyla bizler Şia gibi bir olguyu, bir fenomeni ele aldığımızda salt metinlerle hareket edemeyiz.
Dönemin sosyal ve siyasi koşullarını, o dönemdeki milliyetçi duyguları, o dönemde cari olan kültürleri ve kültürel havzaları ve yaşanmış olayları özellikle de trajedileri çok ciddi manada ele almalı. Bunlara dikkat kesilmeli, bunları markaja almalı, odağa almalı ve bütün bunlar içerisinden Şia gibi son derece önemli bir fenomenin nasıl teşekkül ettiğini ve nasıl dönüşüme uğradığını anlamaya çalışmalıyız. Şiiliğin düşünce dünyasına nüfuz etmenin yolu ancak bunun ile mümkündür. Şimdi bir ifade kullandık dedik ki Şiiliğin akidevi bir inanç şeklinde tebellür edişi ve gelişimi ancak Hicri 3. asırda gerçekleşmiştir. Şii muhalefetin beşeri sermayesi temelde sonradan Müslümanlaşan ya da Müslüman olmayıp büyük bir öfke biriktiren Sasani bakiyesi topluluklardır. Tekrar ifade ediyorum. Şii muhalefetin ve Şii isyanların insan sermayesi, beşeri sermayesi, bu muhalefetlere, bu isyanlara iştirak eden topluluklara baktığımızda bu toplulukların önemli bir kısmının zındıklar olarak bilinen, zanadika olarak bilinen çeşitli topluluklar olduğunu, Sasani devletinin bakiyesi İslam’ı yeni kabul etmiş ya da İslam’ı tam manasıyla içselleştirememiş topluluklar olduğunu ifade etmemiz gerekir.
Bu bağlamda biz Muhtar Es-Sekafi isyanından Bihafer isyanına, Babek isyanına ve İbn-i Sebe’ye, daha sonraki dönemlerde özellikle Tevabun hareketine, Hürremiye hareketine, Sinbad isyanına, Ebu Müslim Horasaniye’ye, Rizamiye’ye, Karmatilere baktığımızda yani bu yapılara baktığımızda bu yapıların yani bu toplumsal hareketlilerinin, isyan hareketlilerinin, kair ekseriyetinin belirli bir takım ortak niteliklerinin olduğunu ve bunların özünde mecusilik başta olmak üzere çeşitli kadim inanışları barındırdıklarını, agnostik öğeler barındırdıklarını ifade edebiliriz. Bunu ifade edebilmemiz için elimizde yeterince kanıtlar bulunuyor. Tabi şiilik meselesini dönemin sosyal siyasi koşullarından bağımsız olarak incelemeye dönük her bir girişim meseleye nüfuz edememe, olayların nedenselliğiyle ilgili gerekli ayrımları dikkatli yapamama sorunuyla, illetiyle mağlul olacaktır. Başka bir ifadeyle bu inanışın şeceresini çıkarmaya amaçlayan her çalışmanın dönemin demografik, sosyal durumunu dikkate alması gerekir. Kitabımızdan bir bölüm okuyarak esas meselemize inşallah giriş yapacağız.
Yani biz bu meseleyi niçin anlamlı bulduk ve bu çalışmayı niçin yaptık, bu video serisini niçin çekiyoruz? Şii otoriteler bu inançları ve yaklaşımlarıyla kendi mezhebini İslam dünyasında bir parçalanma yaratmak için kullanmaktadır. Tarihin derinliklerinden doğan mezhebi ihtilaflar iktidar kanalıyla aralıksız olarak piyasaya sürülmektedir. Özellikle de halk kitlelerinin zihinlerindeki tarih ve din algısı cevabı olmayan ya da ihtiyaca binaen icat edilmiş cevapları bulunan sorularla düşünce dünyaları alt üst edilerek kaotik bir ortam oluşturulmak klasik şii geleneğin alameti farikasıdır. Hakikat kararının verilebileceği dünya mahkemesinin artık kapandığı sahabe dönemindeki bazı olaylar güncellenerek günümüzün problemi haline getirilmektedir. Sahabe arasında hükmü verilmiş ve tarihin de şahitlik ettiği hakikat ise, aralarında bir husumet ilişkisi değil, bir rekabet ilişkisi değil, uhuvvet ilişkisinin, muhabbet ilişkisinin var olduğudur. Bu açıdan bakıldığında şii misyoner gruplar için verimli ortamlar zihinsel açıdan bulanık çevrelerdir.
Şii-Sünni ilişkilerini zehirleyen tarih hummasının önemli bir kaynağı İran’ın kitleleri harekete geçirmek ve ulus devletini muhafaza etmek için mezhebi araçsallaştırdığı ve tarihi olaylara, acılara her yıl aşura merasimlerinde resmi törenlerle atıflar yaptığı söylemlerdir. Daha korkutucu olan ise tarihin gerçekte artık tarih bile olmayışı, yeniden tekerrür edişidir. William Falkner’ın deyişiyle geçmiş asla ölmüş değildir, hatta geçmiş geçmiş bile değildir. Zamanla ideolojik ve hayal ürünü olan kurgular, birtakım tarihsel kurgular zamanla tarihin gerçek yerini almış. Şifahi birtakım bilgi kaynakları ise, yani efsanevi bilgi kaynakları ise, zamanla sıradan bir İranlı’nın, sıradan bir Şii’nin iliklerine kadar işleyerek yaşamın bir parçası haline getirilmiş. Şii alimlerin hatırı sayılır bir kısmı ise tarihi toplumun afyonu yapıvermişler. İşte Kerbela hadisesine baktığımız vakit, Kerbela hadisesi trajik bir vakadır. Hz. Hüseyin ve yarenleri orada şehit olmuşlardır. Hz.Hüseyin’in kardeşleri Ebubekir, Ömer, Osman. Bunu biliyor muydunuz? Hz. Hüseyin’in Kerbela’da kendisiyle birlikte şehit olan üç kardeşi daha var. Kimler bunlar? Ebubekir, Ömer ve Osman’dır. Yani Hz. Ali kendi çocuklarına Hz. Ebubekir’in, Ömer’in ve Osman’ın hatırasını yaşatmak için bu isimleri vermiştir. Ve onlar da Hz. Hüseyin’le birlikte Kerbela’da şehit olmuşlardır. Fakat şimdi Kerbela meselesi sanki tarihin bir tarafında sünniler varmış gibi günümüze yansıtılmakta. Emevi İslam’ı söylemiyle de önce Emeviler şeytanlaştırılmakta. Sonra Emeviler üzerinden Emevi İslam’ı ile bütün bir ehl-i sünnet dünya Yezid olarak kodlanmakta. Dolayısıyla Kerbela’ya yönelik, o acıklı tarihe yönelik bütün sahneler, bütün olaylar, olgular, acılar günümüzde sürekli Kerbela merasimleriyle günümüzde yeniden yeşertilmekte, öfke tohumları ekilmekte. Ve bunlar siyasi bir araç olarak, siyasi bir hesaplaşma unsuru olarak sermayedir.
Dolayısıyla tarihsel öğelerin, tarihsel olguların, trajedilerin günümüze uyarlanması ve günümüze getirilip günümüzde bir hesaplaşma aracı haline getirilmesi meselesi Şia ile zaten akidevi manada, inanç manasında bir vahdet mümkün değildir. Çünkü vahdet tevhid ile mümkündür ancak. Ve Şia’nın temel öğretileri tevhid inanışına aykırıdır. Fakat tabii Zeydiye gibi mesela. Şia’nın bazı kolları Ehl-i Sünnet’e yakın durmakta ve onlar imamlara tanrısal nitelikler atfetmiyorlar. Zeydiye gibi. Ama İsna Aşeri’ye inanışı zaman içerisinde özellikle yani Büveyhiler döneminde başlamak üzere, Safeviler döneminde ve sonrasında da İran İslam Cumhuriyeti ile birlikte maalesef mezhep büyük oranda İslam dünyasıyla bir kader ayrılığına gitmiş. Ortak kaderi paylaşmamak, ortak acıları paylaşmamak, ortak inançları paylaşmamak yönünde bir inhiraf sürecine, ayrım sürecine girmiş. Ve bu ayrım da siyasi vahdet olarak tabir edebileceğimiz yani en azından stratejik çatışmasızlık olarak tabir edebileceğimiz birlikteliği de zehirlemiştir.
Ve bugün bu imkanda büyük oranda maalesef İran İslam Cumhuriyeti’nin Irak’ta, Suriye’de, Lübnan’da, Yemen’de ve başka başka diyarlarda yaptıkları katliamlar, ondan sonra Amerika Birleşik Devletleri ile birlikte çeşitli İslam ülkelerini işgal etmiştir. Bu da birçok ülkeyle birlikte işgal etmeleri. Irak gibi Afganistan, nitekim kendi liderleri Ahmeti Nejat, ondan sonra Muhammed Hatemi bunları itiraf ediyorlar. Onlar itiraf etmese ne olur zaten biz bu süreçleri yaşadık. Yani İran’dan ayetullahlar, alimler, Irak yüksek İslam konseyi gibi Amerikan tanklarının arkasında Irak’a girdiler, işgal ettiler. Geçtiğimiz süreçte öldürülen Kasım Süleymani Taliban’a karşı yer alan Amerika Birleşik Devletleri liderliğindeki Kuzey İttifakı’na destek verdi. İran destek verdi. Ve nihayetinde Afganistan’ın işgalinde de 20 yıl boyunca Velayet Fakih’e yani Hamane’ye bağlı Şii milisler, Amerikan askerlerinin emri altında hem Irak’ta hem Afganistan’da Müslümanlara yönelik işkenceler ve katliamlara maalesef iştirak ettiler.
Bu da Şia ile İslam dünyası arasında bir en azından stratejik çatışmasızlık ya da en azından bir ittifak, bir birlik ya da siyasi vahdet olarak tabir edilebilecek birlikteliği maalesef zehirledi. Şimdi bu şekilde bir girizgah yaptık. Bu girizgahta temelde bazı noktalara dikkat çektik. Şia’nın birçok kolları arasında İsni Aşeriye yani 12 imamcı yani İran İslam Cumhuriyeti ve onun etkisi altındaki İmamiye Şia’sını ele alacağız. Bunu yaparken yani bu araştırmamızı, bu çalışmamızı yaparken Şia’nın temel eserlerinden faydalanacağız. Ve bu eserlerden faydalanırken kesinlikle Şia içerisinde muteber kabul edilmeyen eserleri Şia’nın eseriymiş gibinden telkin edip lanse edeceğiz. Neden? Ve onlardan kaynak vereceğiz. Aynı zamanda Ehl-i Sünnet ile Şiilik arasındaki fark nedir? Şiiliğin başlangıçta sadece Ali sevgisinden ibaret yani Ali muhibbanlığı şeklinde son derece masum ve son derece haklı yani olabilecek yani en azından meşru bir zeminin olduğunu ama zaman içerisinde yani tarihte Şiilik ile günümüzdeki Şiilik arasında bir uçurum olduğunu ifade ettik.
Şiiliğin zaman içerisinde birtakım dönüşümlere uğradığını ifade ettik. Bu dönüşümleri ele alacağız. Bir de Şiiliğin ele alınma sürecinde çok önemli bir anahtar sözcük kullandık. Şiiliğin tarihsel dönüşümü ve bu dönüşümde ya da Şiiliğin teşekkülünde ve dönüşümünde mecusiliğin, Hristiyanlığın, Yahudiliğin ya da o dönemdeki Arap-Fars çekişmesinin, Arap-Arap çekişmesinin, kültürel havzaların çatışmasının ve çeşitli travmatik olayların etkisine değineceğiz inşallah. Bu ilk bir girizgahtan sonra, bundan sonraki bölümümüz ile Şiiliğin yani nübüvvetten sonra Arap-Fars çekişmesi bağlamında Şiiliğin teşekkül sürecine ve bu sürece katkı sağlayan etkilere ışık tutacağımız yeni bir bölümde buluşmak üzere sizleri Allah’a emanet ediyorum. Esselamu aleykum ve rahmetullahi ve berekatuhu.
ABDULKADİR ŞEN